Artık bir birliğimiz var. Bir ismimiz yok, birçok ismimiz var. Hayalciler... Sıfırlar... Varolmayanlar... Yoklar... Yarım yamalaklar... Hayalperestler... Olmayanlar... Hiçler... -Doğu Yücel (Var0lmayanlar)

16 Şubat 2019 Cumartesi

Yanlış Tercihler Mahallesi / Mario Levi


Mario Levi adını çok duyduğum ancak bir türlü okumaya fırsat bulamadığım bir yazar. Seneler evvel İstanbul Tüyap Kitap Fuarı'ında imzalatma şansı bulduğum hikaye kitabı, "Bir Şehre Gidememek" pazar kahvaltısı için ailece gittiğimiz yerde kaybolunca, uzun bir süre ertelendi tanışmamız. Benim okumalarımın azalması hatta bazen sıfırlanması bu süreyi elbette daha da uzattı.
Neyse gelelim Yanlış Tercihler Mahallesi'ne. Düşüncelerine değer verdiğim pek çok okur tarafından övülen ve sevilen bir yazar olduğu için, Mario Levi ile bu kitap saysinde tanışmamı "yanlış tercih" olarak değerledirmek istiyorum. Beklentinin eldekini tutmaması çok acı verici olabiliyor. Kitap elde uzun bir süre sürünebiliyor. Yanlış Tercihler Mahallesi'de öyle oldu benim için. Çok uzun bir süre süründü durdu... 
Kitap roman olarak geçiyor ancak hikaye kitabı olarak şekillenmiş. Roman diye sunulması en sonunda tüm karakterlerin ya da olayların kesişeceği bir an olması gerektiğini düşündürdü bana ama tüm kitap boyunca "hikaye" olarak vurgulanan yaşanmışlıkarın tek ortak noktası aynı mahallede geçmiş olmaları ve aynı anlatıcının anlatıyor olması. Arka kapakta yazıyor zaten hayli fazla karakter ile tanışaacağımız. Bu karakterler birbirinin öyküsünde kesişmiyorsa neden bir romanda bir araya geldiler bilmiyorum. 
Yaşadıklarımdan ve okuduklarımdan öğrendiğim bir şey var. Sunum en az ürün kadar önemli bir detay. İsmi aynı olsaydı da öykü kitabı olsaydı bu kitap, öyküler üzerine daha etraflı düşünürdüm. Öyküler heba olmazdı. Müthiş bir emek, harikulade bir hayal gücü var bu kitapta görmek zor değil. Levi'nin kalemi de itmedi beni, farklı şartlar altında çok daha iyi anlaşabilirdik diye düşünüyorum bu nedenle. Gel gör ki kitabın ikinci yarısına gelene kadar bu hikayelerin asla çakışmayacağı aklımın ucundan geçmedi. Kişiler olaylara çakışmayacaksa bile aynı mahalle, aynı anlatıcı ve hüzünlü arkplan haricinde bir ortaklıkları olacağına, MArio Levi'ni beni şaşırtacağına inandım ikinci yarı itibariyle. Olmadı... Beklentilerim bi yanda sürüp giderken hikayelere salt hikaye gözüyle bakamadığım için, heba olduğunu düşünüyorum bunca kurgunun, karakterin bu kitap formuyla.
Kitabın anlatımında  deneysel bir yol izlenmiş. Bir hikyaeci hikaye anlatıcısının hikaye anlatışını anlatıyor. Başta çok yadırgasam da zamanla alıştım hikaye sonunda anlatıcının ve anlatıcıyı anlatan anlatıcının araya girmesine. Yine de okurla konuşmaya çalışan anlatımların içine girmekte zorlandığım için kitabı benimseyemedim, sadece alıştım.
Umarım Mario Levi'nin diğer kitaplarında bu yaşadığım hayal kırıklıklığının izleri silinir. 
Yanlış tercihler yapmadığınız hikayeleriniz olsun.

31 Ocak 2018 Çarşamba

Momo - Michael Ende


Hiç bir şeye, en çok da kendine zamanı olmayan insanlarız. Her şey biraz zaman ayırsak düzelecek ama ayıracak zaman yok. Günümüzün mottosu bu; Ah bir vakit bulsam...

Momo modern dünyanın doğurduğu ihtiyaçları minimum seviyede karşılayan hayatıyla şu an kimsede olmayan bir lüksün içinde yaşamaktadır. İstediği kadar zaman. Karşısındakini tüm dikkatiyle dinlemeye, oynadığı oyunu sıkılıncaya kadar oynamaya, şehrinin sokaklarını çevresini izleyerek dolaşmaya yetecek kadar zamanı var. Yetişecek bir işi yok. Yapması gereken tek şey bulunduğu anı yaşamak. Dolayısı ile mutludur Momo.

Momo'nun şehri orta halli geçinip giden, zamanı olan mutlu insanlarla doludur. Ta ki duman adamlar zamanlarını yani yani mutluluklarını çalınana kadar. Birden bire her yeri saran asık yüzlü telaşlı insanlar, yaptıkları şeyi neden yaptıklarını unutup, sadece yapmaları gerekeni kabul ederek, kendilerine, çocuklarına, çevrelerine asla dikkat etmeden yaşarlar. Kendilerini, hayatlarını ve işlerini sevmeyen insanlar çıkar ortaya.
"Bir gün yeterince param oluğunda, zaten bu mesleği bırakıp başka işler yapacağım."
Nasıl? Tanıdık değil mi?
Bu süreçten en çok etkilenenler çocuklar olur. Çünkü onların da Momo gibi yetişecek işleri yoktur ve yeni hayat düzeni onlardan ailelerinin ilgisini çalmıştır.  Zaman hırsızlarının en zayıf noktası hayaller ve çocuklardır. Bunu engellemek için türlü türlü oyuncak geliştirirler. Çocukların hayal kurmasına izin vermeyen kendi kendine oynayan her şeyi planlanmış mükemmel bebekler, arabalar, trenler. Momo'yu el altından uzak tutmak için duman adamların gönderdiği "harika bebek Bibikız", bu oyuncakların çocukların ruhunu nasıl kirletmeyi hedeflediğini gösteriyor.

"Günaydın. Ben harika bebek Bibikız'ım."
"Ben seninim. Bana sahip olduğun için herkes seni kıskanacak."
"Ben daha başka şeyler istiyorum."
İşlevi oyun yerine pahasıyla veya teknolojisi ile çocuğa bile statü kazandırmak olan oyuncaklar. Oyuncağın oynamak için sunduğu düzen, duman adamların istediği geleceğe çocukları hazırlıyor. Daha fazlası için dur durak bilmeden çalışmak.

"Maksimum zaman tasarrufu" tek düze hayat gerektirir. Bireylerin birey olarak bir şey ifade etmediğini şehrin değişen mimarisi çok güzel açıklar.
"İçlerinde oturacak kişilere uygun olup olmadıklarına bakılmadan herkes içn örnek evler yapıldı. Aslında her aileye ayrı bir model yapmak gerekirdi ama tek tip evler hem ucuz oluyor hem de çok daha kısa zamanda bitiriliyordu... Bu tek tip yollar ufka kadar dayandılar. Tıpkı düzgün bir çöl gibi! Burada yaşayan insanların hayatları da aynı şekilde düzgündü." 
Bireysel farklılığın yok olduğu sadece kazancın değer aldığı, mutluluğun yok olmaya yüz tuttuğu bu dünya için işler daha kötü bir yere gitme potansiyeli taşımaktadır. Zamanın zehirlenmesi ile dünyaya yayılabilecek bir hastalık; Ölümcül can sıkıntısı.

***

Stephen King'in romanından uyarlanan Room 1408 filmi 2 sona sahiptir. Seyirci önce kötü sonu görür ama kötü sonlar Hollywood için tercih edilir bir fikir olmadığından alternatif son sahnesi var filmin. Hangisinin gerçek son oluğu seyircinin takdiri.
"Ben size bütün bunları olup bitmiş gibi anlattım. Oysa olacakmış gibi de anlatabilirdim."
Bence Momo insanlığın zamanını kurtaramadı.  Bir araya gelen çocuklar teknoloji harikası tabletleri yoksa oynayacak oyun bulamıyor. Saatlerce oyun üretip eğlenmek yerine hep birlikte sıkılıyorlar. Tatilde yüzme saati, kahvaltı saati, zumba saati diye diye kafalarına  göre değil yine bir programa bağlı hareket ediyor insanlar. Tatil köyüne gidemeyip evde kalanlar planladıkları işleri yetiştiremediklerinden yakınıyorlar. Evine zaman ayıran kendine vakit ayıramıyor. Çünkü tatil diye sundukları 1 veya 2 hafta, ağzımıza çalınan bir parmak baldan ötesi değil. Kendilerine ait zamanı ne yapacağını bilemeyen çocuklar ve kendilerine ait bir zamanı olmayan yetişkinlerle yaşadığımız dünyada, hep daha fazlasını hayal edip, 30larımıza gelmeden emeklilik hayalleri kurmaya başlıyoruz. Duman adamların hapsettiği zaman çiçekleri ya hepimize yetmedi ya da hala kurtarılmayı bekliyorlar.

12 Şubat 2017 Pazar

Oscar Wilde - Dorian Gray'in Portresi

Yanlış zamanda denk geldim Dorian Gray'e. Lord Henry'nin görüşleri üzerine etraflıca düşünecek zamanımın , Dorian için beynimin içindeki oturumlarda tartışmalar düzenleyecek boşluğumun olduğu bir dönemde okusaydım keşke. Yine de dopdolu içeriğine rağmen boğmadan sıkmadan, bıktırmadan akıp gitti tüm kitap. 

Dorian Gray'in portresi gizemli bir şekilde yaşlanan bir tablo. Basil Halward'un portreyi tamamladığı gün, Lord Henry'nin sözlerinin etkisinde kalan Dorian'ın duası sebep olur bu gizeme.

"Keşke tersi olabilseydi! Keşke her zaman genç kalacak olan ben olsaydım da portrem yaşlansaydı! Bunun için... bunun için her şeyi verirdim!" 
Ve hiçbir şey vermesi gerekmez Dorian'ın. Yaşamı boyunca ruhunu kirleten tüm kötülükler portre üzerinde belirir ve Dorian hiçbir şekilde yaşlanmaz. Tablonun yapıldığı günkü gibi 18'ini biraz geçmiş genç delikanlı görüntüsünü korur. Yaptıklarının cezasını veya sonucunu tablo dışı bir yerde göremediği için ruhu gittikçe daha çok kirlenen Dorian zevk ve güzellik düşkünü birine dönüşür. 

Dorian'ın ruhu gittikçe kirlenirken toplum içindeki aşk, din vicdan kavramları sosyal ilişkiler ve sınıfsal yapı ile aktarılıyor. Lord Henry'nin de ruhu hiçe sayıp maddeci tutumla Dorian'a sürekli arka çıkması bu ruhun iyiden iyiye yokuş aşağı gitmesine sebep oluyor. Kitabın arka kapağında söylendiği gibi: "Herkes Dorian Gray'de kendi günahını mı görecektir?" Buna okur olarak siz karar vereceksiniz. 

Kitapta odak figürün pohpohlanmaması hatta aksine okura rahatsızlık vermesi en çok hoşuma giden kısım oldu. Bunun yanı sıra Lord Henry aracılığı ile iletilen çağın güzellik algısı ve takıntısı öyle güzel yedirilmiş ki romana hiçbir şekilde rahatsız olmadım. Kurgunun tablo ile canlanıp tablo ile bitmesi bir diğer güzel detaydı. 

Kitabı zevkle okudum ve tereddüt etmeden öneriyorum. Zamanınıza acımayacaksınız.

NOT: Kitabın piyasada çok fazla baskısı var. Yason Yayınlarının baskısı konusunda insanları uyarmam gerekiyor. Editörleri olmadığı gibi bir kez olsun kitabın gözden geçirilmediğini var sayıyorum. Bu nasıl yazım hatası dolu bir kitaptı böyle. Çeviri de berbattı, kötü dublajlı filmleri andırıyordu.  


15 Ocak 2017 Pazar

Hakan Günday - Azil [4/10]

Hakan Günday'ın önceki kitaplarında olduğu gibi kurgu yine hayal kırıklığına uğratmadı ama...
Bu sefer çok fazla ama biriktirdim. Ama dili kötüydü. Ama akıcı değildi. Soluksuz bırakmadı. Lafı çok dolandırmıştı. Karakterler alışık olduğum Günday karakterleri gibi kusurlarıyla beraber kusursuzluğu oluşturmuyordu.  Uzun sözün kısası: etkilemedi.

Odak figür alışık olduğumuz üzere kötü bir tesadüf üzerine dünyada unutulmuş biri. Bir bölümde karşımıza çıkan  Asil diğerinde bambaşka bir kişiliğe bürünüyor. Asil'in yaşadığı zihin sıçramaları nedeniyle kitaba ayak udurmak zor ama sürüklenip gitmenize sebep olan bir unsur bu.

Kitapta bana iğreti gelen en önemli nokta Asil'in tanrısallaştırılması. Bu durum biraz aldatılmış gibi hissetmeme sebep oluyor okur olarak. Hiç gerçekçi gelmiyor. Tutarlı dersem daha iyi ifade etmiş olurum sanırım. Hile gibi geliyor baş kahramanın kusursuzlaştırılması.

Gelelim kitabın diline. Asil'in kişiliği gereği kısa, tekrarlı cümleler yerinde olmuş, hatta edebi değer katıyor. Ancak hiç gerekmeyen yerlerde bile tabiri caiz ise "edebiyat yapmak" kitabı boğmuş. Evet Hakan Günday'da aforizmadan bozma cümle yapısına alışığım ama bu sefer çok yersiz geldi. Belki de büyümüşümdür bilemiyorum. Bunun yanı sıra mektuplar yoluyla  sanki roman değil de köşe yazısı okunuyormuş hissiyle düşüncelerini direk iletmesi biraz amatör geldi. Dolayısıyla yazım dili kurgunun idare eder güzelliğini yerle bir etmiş durumda.

Sonuç olarak aceleyle yazılmış ve hiç olmamış bir kitabı andırıyor Azil. Ben okuduğuma pişman değilim ancak eğer benim gibi Hakan Günday'ın tüm kitaplarını okumaya niyetli biri değilseniz, okumayarak pek bir şey kaybetmezsiniz.


 

22 Ağustos 2016 Pazartesi

Alper Canıgüz - Alper Kamus Cehennem Çiçeği

Alper Kamu sadece 5 yaşında bir çocuk değil. Cehennem Çiçeği de sadece polisiye bir roman değil. Bu kitapla tanışmamı sağlayan Begüm Erdoğan da sadece bir arkadaş değil. Begüm, bir kere de buradan teşkkür ederim :*

Kitapta zaman belirtilmiyor ama süregelen mahalle yaşamı  ve bırakın akıllısını, cep telefonu kullanımı bile çok göze çarpmadığına göre 90'lardan bir dilim olduğunu varsayıyorum. 5 yaşında olduğu öne sürülen odak figürümüz Alper Kamu olağanüstü bir zekaya sahip. Kendisini hiç ilgilendirmediği halde karmaşık bir cinayet soruşturmasına ve eski bir aşk hikayesine burnunu sokar ve elbetteki hem cinayeti hem de aşk hikayesini aydınlatır ama dediğim gibi Cehennem Çiçeği sıradan bir polisiye değil. Çünkü bu kitabı değerli kılan unsurların cinayetle ve çözüm süreciyle çok da bir alakası yok. Cinayeti okur değil, Alper Kamu çözüyor. Okur olarak benim ilgimi Alper'in kendisi çekti. Katil değil. 

5 yaşında olduğu halde mahallenin ağır abilerine olan özentisi davranışlanırını da etkiliyor. Büyümüş de küçülmüş gibi davranıyor. Onu sıradışı kılan ise okula başlama yaşı gelmediği halde okumayı öğrenip Voltaire, Dicken's gibi yazarları okuması. (Okumuş olmak için değil, gerçekten kendisine hitap edebildikleri için.) Geriye doğru büyümüş gibi Alper Kamu. Büyükmüş de küçülmüş gibi. Bakıcısının nişanlısını deştiğine inanacak kadar ve bu kadına aşık olacak kadar çocuk, aynı zamanda cinayet bürosunun aylarca çözemediği dava dosyasını tek okuyuşta anlayıp çözebilecek kadar deneyimli biri gibi. Tüm bu üstün yeteneklerine rağmen odak figürün peygambercilik oynamaması kitabın en büyük artısı. Çocukluğunun ve yeteğinin avantaj kadar dezavantajlarının da olay örgüsüne dokunması bu tür karakterlerin ben de yarattığı kandırılmışlık hissini yaşatmıyor. Yine de Alper'in 5 değil de ne bileyim 11 yaşında falan olmasını isterdim. Çünkü 5 yaş bu çocuğun düşündükleri ve yapabildikleri için çok fazla. Ya da belki kıskanıyorumdur.

Kitabı çok doğru bir zamanda okuduğumdan sanırım, beğenmediğim bir noktasını bulamıyorum. (şu yaş muhabbeti hariç)Doğru zaman da her zaman sanıyorum. Çünkü yaz kış okunabilecek kesinlikle basit olmayan ama kafayı da çok yormayan harika bir dili var. Sanılanın aksine kararında sokak dili çok zor zanaat ve Canıgüz bunu başarmış. Yürekten tebrikler.




17 Ağustos 2016 Çarşamba

Frida Kahlo Aşk ve Acı - Rauda Jamis


Frida Kahlo'nun ilham verici tüm yönlerini kör gözüm parmağa demeden okura sunan bu kitap, (oto)biyografi türüyle barışmamı sağladı sanırım. Bir yazarın bir Kahlo'nun kendi anlatımına yer verilmesi çok eleştirilse de benim çok hoşuma gitti. Biyografi kitaplarını genel olarak sevmeme nedenim iki şeye dayanıyor.

1- Biyografi kitabıysa yazarın anlatımı bir yerden sonra reklam gibi tınlamaya başlıyor. Üstelik kişisel detaylar için kafamı sürekli 'nerden bilebilir ki?' sorusu tırtıklayıp duruyor. 
2- Otobiyografi kitaplarınınsa genel bağlamda megolomanca olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar yaşamını merak ettiğim birinin otobiyografisini okuyor olsam da günlük yaşamımda sürekli kendinden bahsedenlere hissettiğim o antipatik duyguyu hissediyorum bir yerden sonra.

Bu şimdiye kadar okuduğum (oto)biyografi kitaplarının tamamından nefret ediyorum anlamına gelmiyor. Genel olarak seçim şansım olduğunda bu türden uzak kalmaya çalışıyorum ama bu kitapla ilk defa biyografiden bu kadar zevk aldım. Ne reklam ne de megoloman kokusu var. Sadece olanlar anlatılmış, Frida'nın gücünü, sabrını, aşkını, acısını anlamak okura düşüyor. 

Kitabın orijinalinin fransızca olması, ingilizce kaynaklarda yeterli ilgiyi görmemesi kitap hakkında merak ettiğim arka plan bilgilere ulaşmamı engelleyen bir unsur oldu Mesela Rauda Jamis, Frida Kahlo'dan alıntıladığı kısımları hangi kaynaktan edindi? Teşekkür kısmında adı geçmeyen kişilerin Kahlo hakkındaki yorumlarının kaynağını da bulamadım.  Ayrıca kendi yorumuyla yazdıkları içinde aradım taradım ama bir referans bulamadım. (Bu kaynakların adını bulup ileten olursa çok makbule geçer efendim) Bu kaynakları istiyorum çünkü kitapta bulunandan daha fazlasını öğrenmek istediğime karar verdim. 

Kitap sadece Frida'nın yaşamına dair  detaylar hakkında değil, Rusya ve Meksikanın sosyo ekonomik tarihi hakkında da ne kadar bilgisiz olduğumu fark ettirdi. İlk fırsatta bu cehalete son vermeye kendi kendime söz vermiştim. Buradan da resmiyete kavuşturmuş olayım :)

Diğer ülkelerde nasıl yayımlandı bilmiyorum ama Everest Yayınları'nın Unutulmayan Kadınlar serisiyle basılan versiyonunun sonunda Kahlo'nun bazı tabloları ve fotoğrafları yer alıyor. İçerikte ise bu fotoğraf ve tablolar hakkında detaylı bilgiler mevcut: Kime, ne zaman, ne sebeple yapıldığı gibi. Bu güzelliği sunduğu için Everest Yayınları'na teşekkürler. 

Kitabın içeriği hakkındaki düşüncelerimi bu yazıda payaşmak niyetinde değilim bu yazı burada kitap künyesi olarak bulunsun. Başka yazılarımda kitabın etkilendiğim yerlerini alıntılayıp kendi yorumlarımı paylaşmak niyetindeyim. 

Kitabın kapağında Frida'nın bir fotoğrafı var ve biyografi kitabı olması nedeniyle bunu eleştirecek değilim. Bu nedenle yazımı bu kitabı Frida Kahlo'nun kim olduğunu ve efsane olarak bahsedilen aşkının detaylarını merak edenlere gözüm kapalı önererek noktalıyorum. 



23 Temmuz 2016 Cumartesi

Nazlı Eray / Beyoğlu'nda Gezersin [10/9]

Beyoğlu'nda Gezersin, 2004 ve 1958 İstanbul'u arasında gidip gelen bir öykü. Karakterler, zamanda sıçramalar, mekanda değişiklikler çok fazla ama buna rağmen öyle duru bir dille yazılmış ki, benim gibi değişkeni bol kitaplara bir türlü ısınamayan birini bile içine alabildi. Kalabalığa rağmen bir karışıklığa rastlamadım. Kitabın Nazlı Eray tarafından bölümlere ayrılmaması kurgunun tadını çıkarmama sebep olan diğer bir önemli nokta..


Bu kitap İstanbul'u terk etmiş bir kadının, kendi İstanbul'unu arayış hikayesi. Kendi zamanına dikiş tutturamayıp, zamanda kaybolan insanlar çerçevesinde dönüp  duran, geçmişe gizlenmiş bir cinayetin şehrini kaybedenler tarafından çözülüş hikayesi. Bazen zaman yolculuğu gibi, bazen polisiye bir dizi gibi; sürükleyici.

Kitabı kapağına göre yargılamamak gerekir evet ama bence kapağın yargılanması gerek. Can Yayınlar'nın kapak tasarımını bu kitap iöçin oldukça yetersiz buldum. Nihayetinde bu hikayede sadece Madam Tamara rol almıyor. Fethi Bey'i, Hüseyin Efendileri, Naki'yi, Doktor'u, Falcı Süleyman'ı ve ismini unuttuğum diğer bir çok karakteri hiçe saymamak gerek. Beyoğlu'nda Gezersin, karakterler ve mekan üzerinden akan bir kurgu. Doğan Kitap'ın kapağı görece biraz daha iyi ama hala yetersiz.


"Beynimden geçen düşünceler, anılar hepsi burada, bu CD'nin içinde, öyle değil mi?" diye sordum"Evet" dedi Falcı Süleyman. "Çoğu burada düşüncelerin. Ama henüz tamamlanmış bir bütün yok ortada." "Niçin?" diye sordum merakla. "Niçin yok?""Çünkü yaşıyorsunuz, her şey devam ediyor, yaşam ve olaylar süregeliyor." dedi o. "Bir son, bir bitiş olması imkansız bu durumda. Anlıyorsunuz, değil mi?""Anlıyorum" dedim. "Ama rüyalarda, düşüncelerde bir bütünlük yok mudur?""Bütünlük var. Sonuç yok henüz."